O, kafası karışık bir genç adam. Düşünceleri var. Duyguları, anıları, hayalleri, hedefleri, umutları, dilekleri… Zamanı var bir kere her şeyden önce. Kendisi, çevresi, belki hedefleri için zamanı var. Gittikçe azalan fakat her zaman oldukça fazla kalacak bir zamanı. Bu zamanın sonu gelmeden zamanın belli bir sonu olmayacak.

Genç adama ne istediğini sordum. Yanıtlayamadı. Neden burada olduğunu, nasıl olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, kim olduğunu, kaybolup olmadığını sordum. Hiçbirini yanıtlayamadı. Kafası karışıktı. Üzülme genç, dedim. Daha çok zamanın var. Benim gibi değilsin. Şimdi senin yerinde olsam neler yapmazdım… Genç adam tetiklenmiş olmalı ki bir anda garip bir yüz hareketi yaptı. İtiraf edeyim, bunun bir çeşit iğrenti ifadesi olduğuna inanıyorum. Sonra bana baktı. Gözlerimin içine. Gözbebeklerimin -ikisinin birden- tam merkezindeki uçsuz bucaksız, sürekli küçülen noktalara uzanıyordu bakışları. Ürperticiydi. 500 yaşında bir dedenin kemikleşmiş suratına dokunmak gibiydi.

Bana bağırmaya başladı genç adam. Hiddetle devinen vücuduna rağmen bakışları bir an bile oynamadı. Beni sözleriyle hapsetmeyi başarmıştı. “Zamanım varmış(!) Ne söylediğini bilmiyorsun! Bu söylediklerini o kadar çok duydum ki artık korkuyorum. Saate ve gösterdiklerine bir inancım kalmadı. Hepsi sıfır, anlıyor musun?” Anlamıyordum. “Senin de, sadece senin değil, hepinizin, teker teker her birinizin kucaklar dolusu zamanı vardı. Bu zaman hâlâ olmalıydı eğer saatleriniz doğru olsaydı. Zamanın varken, sen benken ne yapıyordun ha! Benim yaptıklarımdan farklı şeyler değil. Sen de çalışıyordun, hayal kurup düşünüyordun. Sen de tedirgindin. Hâlâ neyi yanlış yaptığını bilmiyorsun ama. Sana göre sadece fırsatın olmadı. Hayır! Seninle ben farklı değiliz.” Maalesef onu anlamaya başlamıştım. “Senin zamanın kalmadıysa benim de hiç zamanım yok demektir. Suratına bak! Hüsran içindesin. Kaybolmuşsun ve korkuyorsun. Peki ben ne yapacağım? Nasıl kaçarım senden, yüzündeki hüsrandan? Kimse söylemiyor bunu. Cevabı biliyorsan şimdi söyle. Yoksa senden farklı olamayacağım.” Gözlerini hâlâ bir kere bile kırpmamıştı. Genç adamın kafası düşündüğümden daha da karışıkmış.

O sessizlik içinde kendime ve söyleyeceklerime o kadar inanmıştım ki, büyük bir özgüvenle ben de onun gözlerine kilitlendim. Gerçi iki gözden birini seçmem gerekti, ben o genç adam gibi iki göze birden odaklanamazdım.

Senin adın ne genç adam? Sessizlikle yanıtlandım. Benden sorusunun cevabını bekliyordu sadece. Etkili olabilmek için aynı gözün içine bakmaya devam ederek: Bak genç adam, benim gençliğimde dünya… Bu sefer daha büyük bir tiksinti ve bıkkınlık belirten farklı bir yüz seyirtmesi yaptı. Fakat bütün mekanda başka hareket eden bir şey yoktu. Genç adam haklıydı. Mağlup olmuştum. Bakışlarımı yere indirip çaresizlikle: Daha çok zamanın var, cümlesini döktüm dilimden.

Genç adamın bakışları yumuşadı. Artık nefret değil, samimi bir acıma saçıyordu. Yavaşça geriledi. Uzaklaşacağı yönü belirlemek için etrafına bakındı. “Zamanınizı çaldığım için özür dilerim efendim. Bana nereye gitmem gerektiğini gösterebilir misiniz? En kısa zamanda ayrılmam gerekiyor.” Sözlerinden ne anlamam gerektiğini bilmiyordum. İşaret parmağımı kaldırıp, işte oraya gidersen mutlu olacaksın, dedim. Genç adam bana son bir kez daha baktı. Ardından tam da işaret ettiğim yönün tersine doğru yol almaya başladı. Hiçbir şey demedi. Hiçbir şey demedim. Benim yapacağım şeyi yapmayarak en iyisini seçtiğini ancak şimdi anlıyorum. O ise bunu en başında suratıma baktığında anlamıştı.